Övünmek gibi olmasın ama yaklaşık bir ay önce gayet etkileyici bir ev sineması projektörü aldım ve o zamandan beri 100 inch’lik (Metrik sistem ile yaklaşık 250 ekran) muazzam bir sinema şöleni yaşıyorum. İlk bahsedişimden beri projektöre gereksiz bir harcama olarak bakan eşimin bile bu sistem karşısında ağzı açık kaldı. Tek söyleyebileceğim, eğer olur da imkanınız olursa, bir sinema sever olarak bu tür bir fırsatı kaçırmamanız. Sinema tarihinin bir sürü şaheserini evde, küçük ekranda izlemek zorundayız ve bu filmleri orjinal formatında, yani büyük ekranda izlemenin vereceği hisse en çok yakınlaşabileceğiniz sistem budur, tabi kendi 35mm sinemanızı kuracak paranız yoksa.
Son bir kaç haftadır iş yoğunluğu yüzünden evde fazla film izleyemedim. Bu eksikliğin verdiği bir sinema tatminsizliği hissi vardı tabi. İşte bu yüzden geçen haftasonu eşimin hasta olmasını, yani haftasonunu evde geçirecek olmamızı fırsat bilerek sinema bağımlılığıma damardan girdim.
Cuma akşamı eğlencelik bir blockbuster klasiği izlemek istedim ve ellerim anında James Cameron’un militarist bilim-kurgu/aksiyon opusu Aliens’a gitti. Gelmiş geçmiş en eğlenceli blockbusterlardan biri olmasının dışında filmin ayrıca hep Alien serisinin en başarılısı olduğunu düşünmüşümdür.
Fakat nedense bu sefer elim biraz kaydı ve Ridley Scott’un orjinal Alien’ını taktım Blu-Ray Player’ıma. Scott’un filminin her ne kadar karanlık ve korkutucu bir ortam yaratmakta başarılı olsa da özellikle Aliens’ın kinetik enerjisine kıyasla biraz fazla yavaş ilerlediğini düşünmüşümdür. Filmi hep küçük ekranda izlemiş biri olarak ilk olarak söylemeliyim ki Alien, olabilecek en büyük ekranda izlenmesi gereken bir deneyim.
Öncelikle filmin H.R. Giger’in soğuk ve metalik dizaynlarından güç alan sanat yönetiminin detayları büyük ekranda büyülüyor, Nostromo ekibinin Alien’ların gezegenine indiği sahne başta olmak üzere. Diğer yandan Alien, bütün artıları ve eksileriyle öncelikle bir korku filmi, sonra bir bilim-kurgu. Uzun zamandır bu tür önceliklerini birbirine karıştırmış biri olarak filmin yavaş temposuna hep sırt çevirmişimdir. Fakat şimdi anlıyorum da Alien, 2001 ve Yıldız Savaşları’ndan çok Sapık ve Halloween ile kardeş.
Cumartesi sabahı biraz beynimi dinlendireyim dedim (!!) ve sinema tarihinin en şiddetli filmlerinden biri olan Sam Peckinpah’ın “Erkek adam dediğin böyle olur” şaheseri The Wild Bunch’u ellibininci defa izledim ve ultra-şiddetli olduğu kadar erkek mitosuna atıfta bulunan şiirimsi finali her defa olduğu gibi bu defa da bende etkisini gösterdi. Eğer Seven Samurai anlatım bakımından modern aksiyon sinemasının kapılarını açtıysa, The Wild Bunch da montaj ve yönetim bakımından aynı görevi görmüştür. Bu şaheseri izlememiş western hayranı kalmasın.
Cumartesi akşamı ise hasta eşimi memnun edebilmek için biraz da ona göre de eğlencelik bir film seçelim dedik ve bu sayede Edgar Wright, Simon Pegg ve Nick Frost ekibinin her karesi eğlendiren İngiliz kasaba komedisi/80ler usülü hiperkinetik aksiyon bombardımanı Hot Fuzz’ı taktık. Aksiyon sinemasına belki de çoğumuzdan fazla bile saygı duyduğu belli olan ekibin parodi, gönderme ve taklit etme arasında bir yerde bulunmayı başaran cambazımsı yaklaşımı ile film ne fazla alaycı bir tavır içinde kayboluyor, ne de aksiyon sahnelerini fazla ciddiye alan bir hava sergiliyor. Seyirlik film dediğin böyle olur.
Pazar akşamı ise klasik bir havadaydık ve Hitchcock’un casus klasiği Notorious’u izledik. Filmi ikinci izleyişimde Ingrid Bergman’ın sinema tarihinin belki en güzel kadını olduğunu kendime hatırlatmanın haricinde Hitchcock’un en basit yöntemleri ve dekorları kullanarak ne kadar başarıyla seyircide gerilim hissi yarattığının farkına vardım. Sonuçta film klasik bir casus hikayesi olmasına rağmen bir kez bile silah ateş edilmiyor, veya bir kovalamaca sahnesi bile yok. Notorious’un bütün gerilimi bir anahtar ve bir şarap şişesi gibi ilk bakışta basit görünen eşyaların etrafında oluşuyor. Filmin heyecan dolu finalinde ise pratik anlamda sadece bir kaç karakterin merdivenden inişini izliyoruz ama Hitchcock’un ihtişamlı kariyerinde bile daha ağzımız yüreğimizde izleten bir final hatırlamıyorum.